16 Kasım 2010 Salı

bugün bayram ama artık benim bayramlarım olmuyor

Evet, bugün bayram! Ama ne bayramını kutlayacağım bir anneannem, babaannem, dedem var. Ne de televizyonda "bugün bayram" diye pozitif enerjisi ve güzel gülüşüyle ağzım açık izlediğim Barış Manço var. Programın müziğini duyduğum an fırlardım. Verdiği cevaplar ve söylediği şarkılarla iyi kıvırdığını gördüğüm bir çocuk olursa da hemen annemle babamı çağırırdım izlemeleri için.

Medyada, çocukların güzelliğini, aile olmanın önemini, hayata dair en önemli mesajları bu kadar eğlenceli, bu kadar basit ve temiz anlatabilen, aktarabilen başka bir şahsiyet olmamıştır benim için. Şimdi televizyonda sapıklığa varan ilişkiler, karı - koca arayanlar, cahiller, yozlaşmışlar, deliler, kaçıklar, manyaklar var. Duygu yok, dokunmak yok...



Eskiden bayramlarda yollarda kanlar akmazdı. Televizyonlarda kurbanlıklar şaklaban gibi gösterilmezdi. Canını kurtarmak için oraya buraya kaçmaya çalışan hayvanlara gülen insanlara hiç rastlamamıştım. Bu görüntülere de "ülkeden bayram görüntüleri" adı altında espri muamelesi yaparak kanallara taşıyan bir anlayış yoktu.

İnancın, ibadetin ve yardımın ticarete döküldüğü bir gün değildi bayram benim için. Eski havası kalmadı. Artık insanlar bir araya gelip, sevdikleriyle vakit harcayacakları yerde tatile kaçıyor. Çünkü büyük kentlerde günlük hayat o kadar zorlaştı ve insanlarını o kadar yıpratmaya başladı ki eski bayramların yerini uzaklaşmak aldı. Hatta mümkünse gidebildikleri kadar uzağa gitmeye başladılar. Uzakta olunca da hatlardaki yoğunluktan sadece mesaj göndermek aldı bayram kutlamanın yerini.

İşte bu yüzden bu bayramlar artık benim bildiğim bayramlarım değil. Kurban kesmedim, et de yemeyeceğim. Sadece LÖSEV'e ve WWF' bağış yaparak, hem çocuklarımıza hem de doğamıza katkıda bulundum. Ne insanları soydum ne de hayvanları katlettim.

Özledim eski  bayramlarımı ve o eski toprağı. Onların yerini alanları gördükçe de her bayram hüzünleniyorum...

10 Kasım 2010 Çarşamba

bu arada bugün bitmeden 1 kez daha anmak için....

Bazen düşünüyorum.. Acaba M.K.Atatürk'ün bir 15 senesi daha olsaydı bugün daha farklı bir yerde olur muyduk?

Here is my secret. It is very simple: It is only with the heart that one can see rightly; what is essential is invisible to the eye.

Bu aralar kendimle ilgili düşüncelerle boğuşurken 1 hevesle açtığım bloğuma uğramadığımı farkettim. Ama o kadar da mood'suz bir durumdayım ki ne yazacağımı da bilemedim. Bütün gün çalıştım (halen daha ofisteyim), bütün gazeteleri okudum. Fakat ne yaptığımı ve ne okuduğumu hatırlayamıyorum bile. Biraz "ruh" gibiyim açıkcası. Kariyerimle ilgili, hayatımla ilgili o kadar şey düşünüyorum ki... Muhtemelen 28 yaş sonrası evlilik, kazanç ve yaklaşan +30 sendromu geçiriyor olabilirim.

Ha bire koştur koştur birilerinin düğününe gitmekten, birilerine hediye almaktan, ne giyeceğimi düşünmekten, koştur koştur işe gelmekten ve koştur koştur eve gitmekten veya birileri kırılmasın diye gözümden yorgunluk akarken eğlenmeye çalışmaktan ciddi anlamda bunalmış vaziyetteyim. Yerinde olursa "hayvan" gibi çalışarak halen hayatıma yapılan yatırımın, maddi / manevi 1000'de 1'ini çıkaramamış olmaktan da rahatsızım. Bazen hayat çok kolay bazen ise çok zor duruyor karşımda. Acaba bu ruh halimle mi ilgili yoksa bu büyük şehrin ve kalabalığın ağırlığı mı çöküyor üzerime? Klonlanmış insan grupları beni kendilerine mi benzetmeye çalışıyor acaba?

Sanki yaşamak için çok kasıyoruz.. Herkes maşallah başkalarına akıl satmaktan da çok hoşanıyor. Anasını satayım evlenen her arkadaşım bana "ne zaman evleneceksin?" diye soruyor? Ne önemli konuymuş evlenmek...Bitmiyor anasını satayım. Bok mu var acaba evlenmekte? Hakikaten anlamıyorum. Çocuk düşünmedikten sonra iki insan neden evlenmek ister onu da anlamış değilim? Tabi evlenmek için çocuk yapanları da unutmamak gerek. Ama tek bildiğim bana bu konudan geldiler. Çevremdeki yakın arkadaşlarımı kırmamak adına haykıramadığımdan buradan haykırmak istiyorum.

Gel gelelim kariyer derdine. Nereye koşturuyoruz? Ne için? Bu günlerde bunu düşünüyorum. Neden çalışıyoruz değil? "Neden rahat çalışamıyoruz?'"un cevabı asıl derdim. Bir stres, bir önünü görememezlik, bir güvensizlik ve isteksizlik...Günümüzü verimli geçirmek için bunları yaşamak zorunda mıyız? Sorguluyorum şu an mesela! Neden bu kaosun içerisinde yer alıyorum hayatta. Başka türlü mutlu olamaz mıyım? Daha sakin bir hayat, daha basit tercihler, rahat ve huzurlu sabahlar, öğlenler, akşamlar...

Mesela şimdi az önce buraya içimi dökerken dünyanın en saygısız, en terbiyesiz insanlarından biri beni aradı. bir iş ile ilgili son durumu öğrenmek istiyormuş. Yaklaşık 7 saniye süren konuşmayı aşağıda görebilirsiniz;

BEN: Merhabalar ! Nasılsınız?
O: Çalışmalar ne zaman gelecek? Sabah 10.00'da istiyorum!!
BEN: Perşembe gün içerisinde demiştiniz. Olabildiğinde erken paylaşırız.
O: Sabah bekliyorum

"Çattt" diye telefon kapanır. Şimdi ben bütün gün bu gerizekalıların terbiyesizliklerini çekerken ve haykıracağım hakaretlerim boğazıma dizilirken nasıl bu yazıyı sonlandıracağım bilemiyorum. O yüzden zorlamadan şimdilik çavv diyorum.

19 Ekim 2010 Salı

fav quote on recent polemics

The problem is in your head not on your head

baş X örtü

Bir türlü çözülemedi gitti. Kafamızda bir baş var. Elimizde ise bir örtü. örter misin? örtmez misin? Ben örtmem kardeşim. Neden örteyim? Kafam hava almalı...Saçlarımı savurabilmeliyim. Ellerimi saçlarımda gezdirebilmeliyim. Sinirlendiğimde hırsımdan kendi saçımı bile ellerimle darmadağın bir hale sokabilmeliyim. "Saçın bugün ne kadar güzel olmuş" iltifatları almalıyım. Sevgilim, eşim saçlarımı sevebilmeli. Bir insan olarak özgür olmalıyım. Kadın  olduğum için değil. Her canlının sahip olması gereken özgürlüğe hakkım olduğu için. Bedenimi, ruhumu bana verildiği gibi tepe tepe kullanmak için. Koskoca bir evren yaratılmış. Hayranlıkla izlenecek mucizevi bir dünyanın varlığında yaşama şansını elde etmişken, gizlenmek saklanmak neden? Hangi siyasi amaç, hangi inanış bu gerçeği değiştirebilir ki? Özgürlük istediğini yapmaksa eğer hangi özgürlük gizlemekten saklamaktan geçer? Hangi örtü, yaratanın verdiğini saklayabilir? Ya da yaratanın makul görüp şekillendirdiği insanoğluna hangi insanoğlu sınır koyabilir?

Gayet müslümanım. Gayet inançlıyım. Aslında benim için din, ırk farketmez. İnsanın içinde Allah korkusu olsun, yaratana saygı olsun yeter. Gerisi sadece politika. İnsanoğlunu birbirine düşürmek, kendi soyunu tüketmek, yıkmak ve güç sahibi olmak için...O arada da bizim zavallı kadınlarımız kaynar gider, saçlarının, özgürlüklerinin de sefasını süremezler. Bu ülkede sadece siyasetin sembolü olarak kalırlar.

18 Ekim 2010 Pazartesi

istanbul'da güneşli bir pazar ve elime takılanlar

Pazartesi günleri, daha doğrusu "hafta başı" kavramı beni hep germiştir. Pazar saat 15.00 - 16.00 civarı bana basmaya başlarlar. Bir bilinmezliğin başlayacağının ilk sinyallerini verir pazar günleri. Yarın hangi müşteri sinirimi bozacak, kimleri öldürmek isteyip öldüremeyeceğim, hangi gerizekalının k.çını toplamam gerekecek, eve kaçta gideceğim, trafikte kime arkadan çakasım gelecek vs diye başlayan düşüncelerle bunalıp pazar akşamının da keyfini çıkaramaz bir hale gelirim. Ama dün ne hikmetse hava muhteşemdi. Hiç beklenmedik bir günde hiç beklenmedik güzel bir sıcak vardı. Anında kendimi sahile ışınladım. Gazetelerimi aldım, eşofmanımı çektim, güneş gözlüklerimi taktım. Pazartesi sabah erkenden ajansa gitmeme gerek kalmaması için işlerimi de yanıma alıp şöyle bir yelleneyim dedim.

Ciks! mekanlardan Happily Ever After'da sabah 10.00'da kurulu verdim. En eğlendiğim anlarda tam o sırada başladı. Gelene gidene baktım. Ne giymişler, ne yiyorlar, ne konuşuyorlar, neye gülüyorlar diye pür dikkat etrafı kesmeye başladım. Önce yan masama yaklaşık 18-19 yaşlarında, ayağına15 cm yüksekliğinde topuklu geçirmiş, yüzünü gözünü boya kovasına sokmuş bir kız geldi. Sonra yanına gelen arkadaşı ondan daha topuklu ve boyalıydı. Bir sonra ki ise ondan da daha topuklu ve boyalıydı. Sabah sabah ne bu hal? neye yetişmeye çalışıyorlar diye içimden geçirdim. Başladılar konuşmaya malum konulardan. İstabul'un yeni yetme erkekleri. Gece ona gitmiş onda kalmış. Çocuk aramamış hala ne kadar gıcık olmuşta falan filan. Ulan sabah 10.30. Kalkmışsın gelmişsin (muhtemel bir de evine uğrayıp yeni boyalarını sürüp - 2 gün aynı kıyafeti giymemek üzere üstünü değişmişsin), hemen neden arasın çocuk dedim. Zaten evinde de kalmışsın. Sabah hemen seni özlememiştir, hatta muhtemelen daha da aramayacak demek istedim ama tabii ki diyemedim. Sonra öbür kız lafa girdi (2. en yüksek topuklu olan). Hemen evine gitme bir kaç gün daha bekle dedim sana dedi. O yaşından çok görmüş geçirmiş tavrıyla hafifte arkadaşının annesi rolüne bürünerek. Gayet desibeli yüksek bir şekilde "kendini ağırdan satmalıydın. Ama sakın şimdi arayıp mesaj atma. Bir kaç gün bekle" dedi. Aramazsa mutlaka bir kaç güne arayacakmış diye de basa basa söyledi. En yüksek topuklu olan ise sonunda iki kelime etmeye karar vererek dedi ki; "Evde bir eşyanı bıraksaydın arayacak bir bahanen olurdu, ya da onun seni araması için bir neden".

Haydaaaa.. Bir reklamcı olarak ben bile bu kadar stratejik düşünmüyorum dedim kendi kendime.
Bir yandan da bir karış genç kızın (küçük kadıncıklar da diyebiliriz) bu hal ve hareketleri beni gerdi. Bir gıdım boyuyla herifi bağlamak için, sabah sabah gözünü açar açmaz diğer topuklularla bir araya gelip durum kritiği yapan istanbul'un küçük kızları. Vah gelene, ah gidene...Hoş! kaç yaşında olursan ol bu mıç mıç erkek ve kız muhabbetleri beni oldum olası rahatsız eder. Ne yaşayacaksan yaşa ama kendin yaşa. Günün sonunda şu bir gerçektir ki her şey yaşında ve dozunda güzeldir... Ama kaç yaşında olursan ol sağduyusunu ve kalitesini eksik etmemeli bir kadın. Kısacası bu topuklu masa sadece bıcırık erkeklerinden bahsedip stratejik düşünmeye çalışarak birbirlerini teselli ettiler. Doğal olarak ta beni baydılar ve kulaklarımla gözlerimi başka masalara çevirmeye karar verdim. (Haaa bu arada kızların her birinin çantası aynıydı. Sadece renkleri farklıydı. Bu koloni hayatı nedir istanbul'da bunu da anlamıyorum. Kendine ait tarzı olan insanların popülaritesi neden bu kadar az?)
Karşı masamda ise bir çift vardı. Belki 2 saat boyunca tek kelime etmediler. Ya tabaklarına ya da etraflarına baktılar. Tam ne kadar sıkıcı ve garip bir çift diye düşünürken ellerinde nişan yüzüklerini gördüm ve yıkıldım. 
Kesinlikle kavgalı değillerdi. Sadece konuşacak bir şeyler bulamıyorlardı. Tam o sessizlikte kız bir kere "hap..hap.. hap" diye hapşurdu. Oğlan önce omletinden bir çatal aldı. Sonra onu çiğnedi, yuttu ve gizli bir şey söylüyormuş gibi kısık bir sesle "çok yaşa aşkım" dedi. "Aşkım" sevgi dolu, enerjisi olan bir kelimedir ya bir ortama ve bir adamın ağzına bu kadar oturmadığını hiç görmemiştim. "Zor-la-ma" !!! Bence ya match making başarısızlığı ya da ailelerin birlikteliğinden doğan umutsuz ama keselerini ağırlaştıracak bir çift olabilirler gibime geldi. Zımbırtıoğullarının kızıyla Kabzımancı'ların oğluyla bu kış 4 Seasons'ta çok para dökülecek bir düğünün çifti olabilirler. Mal gibi duran ve gık diye "evet" diyen bir çift görürseniz kesinlikle bu çift olacaktır. 
Ez cümle ben de 3 satır toparlamanın dışında adam gibi bir iş yapamadan, sabah sabah 2 kadeh bellini içerek evimin yolunu tuttum. Güzel bir dvd ve erken uykuyla ajansa sabah 7'de gelerek işlerimi toparladım. Herkese güzel bir hafta dilerim.

15 Ekim 2010 Cuma