14 Ekim 2010 Perşembe

gezmek nefes almak varken ağız kokusu çekmek niye?

Çok sevgili ve herkesin sahip olduğu "blog"umu bu sabah itibariyle açtıktan sonra sohbet edebildiğim çalışma arkadaşlarımla güzel bir yemeğe gittik. Astoria kitchnette'te şöyle damacana bir şişe şarap istedik. İçtik, yedik, güldük, akıl verdik... Ne yaptıysak yaptık işte ve harika bir yemekti. Kafam da güzel oldu.. Hem de bangır bangır müşteri telefonlarıyla bu güzel kafamı ağırlamak ayrı bir güzellik kattı ofise geri dönüşte...

Bendeniz reklam dünyasının tüm angaryasını yaşamış (daha fazlasına da tahammülü kalmamış), hafif yorgun, hafif bu işten nefret eden ama aslında bu işi  de hafif seven fakat itiraf edemeyen garip bir şahsiyetim. Hafif, hafif...Garip yani. Bilmeyenler için kısaca özetleyeyim. Herkes mır mır mır konuşur. Hatta çoğunlukla ne demek istediklerini anlamazsınız. Ha bire çözmeye çalışırsınız. Hep bir deadline vardır. Hep bir aciliyet ve önem teşkil eder her cümle, her iş, her telefon, her yüz. Size doğal olarak gelirler.. Çünkü bu koşturmaca da hep bir şey kaybedersiniz ya da size öyle gelir. Vermediğiniz tavizleri verir, aklınızdan geçen o aşağılayıcı lafları söyleyemeden öylece "dın" diye kalırsınız. Özel hayat deseniz almış başını gitmiştir. Her şeyin dışında kalmışsınızdır. Hayatınızı programlamayı, sevgilinizi, arkadaşlarınızı, uzaktaki ailenizi hep ihmal etme riskiyle yaşarsınız. Şöyle düşünürüm bazen akşam yatağa yattığımda; "bugün hayatımın son günü olsa ben ne yaptım?". Hayatımın son günüyle ilgili güzel bir şey ararım...Ay ne yapacağım? Telefon üstüne telefon.. onun kıçını topla bunun kıçını topla.. Brief yaz brief yolla.. Onu takip et, bunu takip et.. Onu idare et, bunu idare et.. "Put your joker face on enjoy the fucked up agency life modeli"....Ama her şey bir yana; bugün nefes alıyorum ve akşam yattığımda da alacaksam ve yarın sabah kalktığımda da. İşte buna şükrediyorum.